Mutlu Yalnızlık

Son yazımda mutlu yalnızlıktan bahsetmiştim, yazımı okumaya değer bulan arkadaşlarımsa hemen yeni sorularla geri dönüş yaptılar sağ olsunlar. Mutlu yalnızlık olur muydu? Eğer tek başımıza mutluysak bu bizim ruh eşimize bize getirmeyi sağlar mıydı? Bu ikisi birbirinden farklı ama bir yerde de birbirine bağlı konular diye düşünüyorum ama önce birinci soruya cevap aramakla başlayacağım.
‘Yalnızlık’ kelimesinin kulakta sanki bir hastalıkmış gibi yankılandığının farkındayım. Aslında ifade etmek istediğim durumun, hastalık seviyesindeki ‘yalnızlık’ olmadığının, tamamıyla ‘tek başına’ olmaktan keyif almak olduğunun altını çizmek istiyorum. Peki fark ne? ‘Yalnızlık’ kelime anlamı olarak daha çok izolasyon içeriyor diye düşünüyorum. Kelimeyi duyunca aklıma kendini soyutlamış, hiçbir sosyal hayatı olmayıp gününü yabancılarla yapılan kısa ve yapay sohbetlerle geçiren ve her türlü sosyal ilişkiden uzak duran bir insan geliyor ki bu bence çoğu sefer tercih oluyor. Benim bahsettiğim, hayatın getirdiği tüm sosyal ilişkileri sonuna kadar değerlendirip, etrafındaki kalabalığın da tadına varıp, eve döndüğünde ‘tek başına’ ya da “kendi kendine” olmanın keyfini çıkarmayı bilmek.
İlk yazımda en yakın arkadaşımızın kendimiz olduğundan bahsetmiştim. Eğer böyleyse kendimizle baş başa olmak neden bizi korkutuyor ve neden yalnız hissettiriyor? Madalyonun diğer yüzünden bakarak düşüneceğim. Mutluluklar paylaştıkça çoğalır ve üzüntüler paylaştıkça azalır. Kesinlikle katılıyorum. İlk sorum şu: Bizim mutluluklarımızı paylaşacak biriktirdiğimiz güzel insanlarımız yok mu etrafımızda? Çok uzun zamandır beklediğimiz bir haberi alınca arayacak ailemiz, dostumuz, arkadaşımız; haberi aldığında en azından bizim kadar sevinecek kişiler? Peki ya canımız sıkıldığında ya da üzüldüğümüzde telefona koşup aradığımız ve o anda yanımızda olmak için yaptığı her şeyi bırakıp koşarak yanımıza gelecek olanlar? Eğer durum böyleyse, sırf sevgilimiz ya da eşimiz ya da hayat arkadaşımız yok ya da henüz yok diye “yalnızım” demek biraz haksızlık olmayacak mı? Tamam, bu kişi henüz bulunmamış ya da yanlış kişilerle vakitler geçirilmiş olabilir ve bunun sebepleri saymakla bitmez, bazı kimseler için böyle bir kişinin var olmadığı gibi bir gerçek de var, tercih olduğu hayatlar. Tercih olmadığı durumlardaysa, sebeplerin asla bizden ötürü olmadığının farkına varıp, kendimizde sorun aramayı bırakabilmemiz en önemli adım olsa gerek. Bunu yaptıktan sonraysa hayatın kontrol edemediğimiz tarafları olduğunu kabul edip, bu kontrolümüz dışında olan olaylara üzülerek vakit kaybetmek, kontrolü ele alabildiğimiz durumların başına geçip hayatın tadını çıkarmaya başlamamız doğru olmaz mı?
Diyelim daha önce böyle bir durumda hiç kalmadım, doğru adımları atmaya ve kendimle mutlu olmayı öğrenmeye nereden başlayabilirim? Etrafımıza çok kısa bir bakış attığımızda, en güzel örneklerin aslında yanı başımızda yaşanmış olduğunu görebiliriz. Etrafımızda olan bitenden ders almak, kendi hatalarımızdan ders almak kadar önemli değil mi? Onlardan da öğrenemez miyiz? Ben hayatımın bazı dönemlerinde o veya bu şekilde yalnız kaldım, hatta hayata sıfırdan başlamak zorunda kaldım. Kendimi bir kenara bırakıyorum ve görüyorum ki hayata tekrar tekrar başlamak zorunda kalan o kadar çok arkadaşım var ki. Bunu görmek aslında hiçbirimiz asla yalnız olmadığını hatırlatıyor. Hepimiz kendi sahnelediğimiz oyunu sergiliyor, ellerimize tutuşturulan senaryoya mümkün olduğunca doğaçlamalar ekleyip bu senaryonun müdahale edemediğimiz yerleriniyse yine olduğumuz kişiyle harmanlayıp en güzel oyunumuzu oynuyoruz. Önemli olan bazen oyunun gittiği yönü beğenmediğimizde hemen dümenin başına geçip istediğimiz mutlu sona doğru yeni bir rota çizmek. Çünkü hepimiz mutlu son istiyoruz, birbirinden farklı tekli ya da çoklu milyonlar milyarlarca mutlu son.
Tercih olmayan ‘tek başına’lıktaki mutluluk kendimizin tadını çıkartmak olamaz mı peki? Mesela düşünüyorum; hayatımda birisi var, beraber yaşıyorum, çalışıyorum, eve geliyorum, ev işleri, yemek yapmalar, vakit kalırsa iki sohbet muhabbet ediyorum, hele çocuk varsa bunların hiçbirine vakit kalmayıp ancak tüm öncelikli ve acil işleri yapıp kendimi yorgun argın, yarın aynı rutin ve koşuşturmayı yaşayabilmek üzere yatağa atıyorum. Kendime vakit ayırmam söz konusu bile olmuyor. Hatta o kadar ki kendimi özlüyorum bazen.
Hayat bu ya, tüm bunlar bir anda tepetaklak oluveriyor ve bir anda hayatı paylaştığım kişiyle yollar ayrılıyor, yine sebepler bin bir tane olabilir. İşte tam da bu noktada demek istediğim perişan olup, depresyonlara girip kendimi hırpalayıp mutsuzluğa mahkum etmek yerine ki bunu yapmak çok kolay, durumu kabullenmek için kendime bir kaç gün ayırdıktan sonra etrafımdaki güzel insanlarımdan da faydalanarak yeniden ayağa kalkmak yapılacak en güzel hareket olmaz mı? Kendimi, hayatımın bu bölümünü de tamamladıktan sonra tekrar, daha iyi tanımaya, anlamaya çalışmak; bundan sonrasında hayattan neler istediğimi düşünmek ve bunları gerçekleştirmek için yeni bir yol çizmek mesela, nasıl fikir? Tüm bunlar hayatımıza daha fazla güzellik katmamızı ve zamanımızı en güzel şekilde değerlendirmemizi sağlamaz mı? Ve hayatımızı güzelleştirmek için küçücük bir ihtimal bile varsa tüm bunları denemeye değmez mi?
Eminim her birimizin beklettiğimiz tonla hayali vardır; ne zamandır şu kitabı okumak istiyorum, hatta arkasından diğer 15 tane daha beni bekleyen kitabım var, hele seyretmek istediğim diziler ya da filmler, kim bilir belki paraşütle atlamak istiyorum (ki asla böyle bir hayalim yok şahsen) ya da bir adada bir hafta sessiz sakin oturup, karsımdaki masmavi denize dalıp dalıp çıkmak istiyorum (bu bana daha yakın oldu). Eğer elimize böyle bir zaman geçiyorsa deli gibi koşuşturduğumuz hayatımızın kısa ya da uzun bir süreliğine dışına çıkıp, kendimize yeni ve huzurlu bir ortam yaratarak tadını çıkartmaktan bahsediyorum. Andrev Tarkovski’nin dediği gibi kendimizi, kendimizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağımız şekilde yetiştirmekten, geliştirmekten bahsediyorum. Kendimize bir şans verip deneyelim mi? Denemekle asla kaybedilmez.