Mutsuz bir birliktelik mi yoksa mutlu bir yalnızlık mı?

Get up, stand up, don’t give up the fight (Bob Marley)
Koskocaman, son derece lezzetli ve sulu bir hamburger yerken insanın aklına neden yine yeni sorular gelir ki, otur hamburgerini ye. Ama yok, rahat durmayacağım. İlla hamburgere eşlik eden arkadaşımın hikayelerinden, günlük işlerini uzatarak eve gitmeyi nasıl mümkün olduğunca geciktirdiğini fark edecek ve şaşkınlıkla bir sürü soru sormaya başlayacağım. Tabii kendi kendime. Neden mi? Çünkü karşımda oturan sevgili arkadaşım ne dediğini fark etmeyecek kadar kulaklarını kapatmış durumda. İşinden ne kadar keyif aldığını, nasıl daha fazla vakit geçirmek istediğini anlatıyor. Bense sadece onun nasıl eve gitmek istemediğini duyuyorum. İşin en can sıkıcı tarafı ise kulaklarını ne kadar tıkarsa tıkasın kendisi de bu durumun içten içe farkında, ama cümleleri öyle güzel dolandırıyor ki bu itirafı sesli söylememeyi becererek kendini idare etmeye devam ediyor. Peki ben neden bunu apaçık görebiliyorum? Çünkü karşımda on sene önceki halimi görüyorum. Ben de aynı yollardan geçtim, ben de en başta kendimi iknaya çalışırken ağzımdan çıkanları tek tek ölçtüm biçtim ki kendimle birlikte etrafımdakileri de ikna edebileyim. Neye mi? Aslında son derece mutlu bir ilişki içerisinde olduğuma ya da aslında şu an çok mutlu olmasam bile bir aralar mutluydum ve bu ilişki beni bu günlere getirdi o yüzden elimdekiyle idare etmenin en mantıklı hareket olduğuna. Evet, aşırı hassas bir konu, ama ben biraz daha kurcalamaya devam edeyim.
İşten çıkarken bugün de bitti diye düşünerek yolda yürüyorum, tüm günün kısa bir değerlendirmesini yapıyorum, o sırada yalnız olmanın verdiği keyifle kulağımda çalan şarkılarımı dinliyorum ve adımlarımı mümkün olduğunca yavaş atıyorum. Yalnızlığımın keyfini yaşıyorum sonuna kadar. Sonra aklıma takılıyor, belki işte bir mail atmayı unuttum ya da acaba şu işi de bugün halletse miydim? Neyse artık yarın bakarım. Olmadı o ya da bu arkadaşı arayıp biraz vakit geçireyim. Yemek yerdik hatta belki üzerine birkaç bira içiverirdik. Sonra da eve gider gitmez yatağa yatar ve yeni bir gün olması için uykuya dalardım direk.
Tüm bunlar aklımdan geçerken eve doğru yol almak için bindiğim otobüsün durağıma geldiğini görüyorum ve yüzümden ufak ufak silinen gülümsememle yüzleşiyorum. Her gün olduğu gibi. Kolay olan, en çok gidilmiş olan yol bu çünkü. Görev ve sorumluluklar bunu gerektiriyor. Taaa aklının en derinlerinde “Eve gitmek istemiyorum, o eve girmek istemiyorum, bu mümkün olamaz mı?” diye bağıran asi ben ve onu bastırmaya çalışan birer birer sorumluluklarını hatırlatan ya da en fenası “el alem ne der, ailen ne der” diye azarlayan vicdanlı, duyarlı başka bir ben. İnsanın kendi mantığını, vicdanı ve tabularıyla nasıl yendiğini birebir yaşıyorum. Yine soruyorum neden?
Hepimiz yaşamlarımız içerisinde bazen kendimizi ‘çukurlara’ düşmüş halde bulabiliyoruz. Fark ederek düşmüyoruz ama yürünen yol yokuş aşağı olabiliyor ve farkında olmadan yuvarlanabiliyoruz. Ben de o ara, ki uzun bir ara, yokuş aşağı oldukça hızla gidip bir çukurun dibinde buldum kendimi, hatta fark ettiğimde üzerinden üç sene geçmişti bile. İnsan günlük hayatına devam ederken mutsuzluğunun farkında olmuyor ya da önemsemiyor. Bir çukur dibinden, hayatı yaşamak yerine akışını seyrettiğini göremiyor. Ben de çok uzun bir süre kısmetim buymuş deyip gün doldurdum. Hatta öyle bir zaman geldi ki artık gülmüyordum bile. Sadece etrafımdakilere gülümseyen yüzümü göstererek biraz da üçkâğıt yapıyordum.
Liseden mezun olurken çekilmiş portre bir fotoğrafım vardır, çerçevesiyle her zaman salonun bir köşesinde durur. Bu fotoğrafın karşısına oturup sık sık “herhalde asla bir daha böyle içten gülemeyeceğim” diye kıskanarak bakardım ona. Çünkü o fotoğrafta sırf dudaklarım değil gözlerimin içi yüzümün her bir milimetresi gülüyordu. Karşısında bu fotoğrafa bakan bense oturmuş, sorumluluk ve tabuların ortasında kalmış ancak kendime acıyabiliyordum.
Bir gün sıradan bir iş gününde, işyerinde sevgili dert ortağım, günümü güzelleştiren monitörüm karşısında iş yaparken beynimde o can alıcı cümleler sıralanıverdi. “Ya kardeşim, sen niye bu hayata mahkum olasın! Kader, kısmet ne zamandır inanır oldun? Hele başkalarının ne diyeceği seni ne ilgilendirir oldu, onlar mı yaşıyor senin için bu hayatı? Onlar mı karar veriyor senin ne yaşaman gerektiğine? Ayağa kalk ve bi’ silkin! Her şeye baştan başlamak için asla geç değil, sen iste yeter!” Bir anda yaşanan bir aydınlanma mıydı yoksa yavaş yavaş mı birikmişti ve taşası mı gelmişti bilmiyorum ama o gün ilk defa o çukurun dışında buldum kendimi, kendime bakıp acınası halimi gördüm. Ortada gereğinden fazla uzamış ve hatta birliktelik olmaktan çıkmış bir ilişki vardı. Artık hiçbir paylaşım yoktu. Ancak laf olsun diye verilen selamlar ya da ortak yaşamın zorunlulukları tek iletişimi sağlıyordu. Sohbet etmekten iki taraf da kaçıyordu zira sonunun tatsız bir tartışmaya döneceği tahmin ediliyordu. Ama bu ilişkiyi sürdürmek bir şekilde iki tarafın da işine geliyordu.
Mutsuzluğumu fark edip kendimle baş başa kalırsam ne kadar mutlu olabileceğimi, yine o özleyerek baktığım fotoğrafımdaki gibi gülme ihtimalimi görmek ayağa kalkıp silkinmem için yeterli oldu. Biliyorum, bazı alışkanlıkları, rutinleri bozmak ve hayata sıfırdan başlamak hiç kolay değil. Hatta sırf o sıfırdan başlamaktan kaçmak adına bulunan öyle güzel bahanelerimiz, koskocaman sebeplerimiz oluyor ki herkesi boş verelim en başta kendimiz inanıyoruz bunlara. Ailem çok üzülür; off tekrar birine kendimi mi anlatacağım; ne var benimkinin de böyle kötü huyları var başkaları daha mı iyi; ama evliyim boşanayım da dul mu desinler; çocuğum var o ne olacak, ona böyle bir üzüntü yaşatmaya hakkım yok… Saymakla bitmez, en kötüsünü söyleyeyim o zaman: Nasılsa değişecek, ben onu değiştiririm.
Peki ya bu sorular: Ailem benim mutsuz olmama mı daha çok üzülür yoksa uzun bir ilişkiyi bitirmeme mi? Ya da ailem eğer mutsuz olmam pahasına bir ilişkide kalmamı bekliyorsa ben hayatımı onların inançlarına göre heba etmeli miyim? Tekrar birine kendimi anlatmak ya da onu tanımaya çalışmak var olanı elimde tutmaya çalışmaktan ya da kırıkları tamir etmeye devam etmekten daha mı zor? Kötü huylara ne kadar tahammül etmeliyim; mesela alkolik ya da şiddet uyguluyor, tamam mı demeliyim; ya da bunlar çok ekstrem örnek, onun yerine sürekli mutsuz olan, memnun etmenin mümkün olmadığı, sürekli talep edip asla tatmin olmayan, ancak alıp asla bir şey vermeyen, beni mutlu edemeyene mi tamah etmeliyim; herkes böyle deyip boş mu vermeliyim? Dul deseler ne olacak, insanların ne dediklerini şimdiye kadar kim kontrol edebilmiş; ayrıca başkalarının ne diyeceği üzerine mi ziyan edeceğim hayatımı? Çocuğum mutsuz bir aile ortamında yaşıyor diye çok mu mutlu olacak; bu ilişkideki huzursuzluk onu hiç etkilemeyecek mi? Şöyle bir düşünüyorum da ben şimdiye kadar kimsenin değiştiğini görmedim, ayrıca kimseyi değiştirmekle uğraşacak vaktim de yok. Hepimiz bir şekilde büyüyor ve olduğumuz kişiye bürünüyoruz. Kimi iyi kimi kötü. Kimiyse kendine göre iyi ama bir diğeriyle uyumsuz.
Ben tabularla, varsayımlarla, toplumsal baskılarla, tembellikle vakit kaybetmemeyi seçtim. Evde beni mutsuz eden birinin bekliyor olması yerine, kendimle huzurlu geçireceğim saatleri tercih ettim. Var olanla idare etmektense sıfırdan başlamaya cesaret etmeyi tercih ettim. Başkalarının kontrol edemediğim sözlerinden yara almak yerine sadece kendimi dinleyip mutlu olmayı tercih ettim. Her defasında mutluluğumuzu tercih etmek dileğiyle…